21 Aralık 2009 Pazartesi

Hayatım, Yaşam Tarzım, Romantizmin Simgesi Bir Çeşit KARMA; Kadınlarım...



Söz söyleyecek bir şey bulamayınca birtakım duygular anlamsızlaşır, bir boşluk içinde başı sonu belli olmayan cümleler dökülüverir miymiş insanın ağzından görmüş oldum kadınlar hakkında bir şeyler yazmaya karar verdiğim an… Şimdi sağa sola savurduğum kelimelerin bir araya gelip anlamlanması için beklerken fark ettim ki ne zormuş kadınlar hakkında konuşmak…Hayatımda önemli kadınlar vardır. Her erkeğin hayatında olduğu gibi, ama; bu kadınlar farklıdır diğer erkeklerin sahip olduğu o kadınlardan, neden mi? Çünkü benim Kadınlarımın hepsinin ayrı ayrı hayatları vardır.Türkiye'den başlarım size bu kadınları saymaya Japonya'ya kadar gider isimleri zannetmeyin ki 100'ü bulur hayatımdaki önemli kadınların sayıları, nerden baksanız topu topu 5'dir.Az ama özü yaşarım ben onlarla.

Aslında çok da anlamak zor değildir kadınları ama sanırım biz erkeklerin pek işine gelmiyor.Onları anlamak, çözmek kimi zamanda dinlemek.Sanırım bu bir erkeğin korktuğu en büyük şeylerden bir tanesi.Kendisinden daha zeki, daha başarılı ve çoğu zaman haklı bir kadın.Benim böyle bir korkum yok aslında ben onları anlamayı ve onların sözleriyle sevişmeyi seven bir erkeğimdir.(Sanırım bu yüzden yalnızım:D) Benim anlamadığım şey ise şu; bir kadın gerçekten de ne ister.Erkeğinin nelere sahip olması gerekir.Kişisel değil genel olarak kadınların ortak noktasındaki erkek profili nedir.Hangi kadına sorsam bu soruyu her kadın ayrı bir cevap veriyor bana.Bunu erkeklere sorsanız inanın çoğu aynı cevabı verir.Kadınlarda ne aradıkları konusunda.İşte benim merak ettiğim şey budur.Kadınlar ne ister?Ne ararlar karşısındakinden?
21. yy Kadınlarına bakacak olursak tarihten bu yana artık erkek egemenliğinin git gide kaybolduğunu yada erkeksizde yaşanabiliyormuş diyen kadınları çokça görebiliriz.Sanırım bunun sebebi artık eğitimde ve kariyerde erkeklerden daha ileri gitmeye başladığından olsa.(Çevremdeki başarılı kadınları baz alarak)Ben başarılı ve kültürlü kadınlara ayrı bir aşığımdır.Neden mi?Kendi ayakları üstünde durabilen güçlü emin kişilerdir onlar benim için, ama; tüm kadınların yeri farklıdır bende.
Belki de onları tam anlamıyla anlayamadığımızdan da olabilir, erkeklerin kadınlara fazla yaklaşamamasının ve çözememesinin nedenleri. Benjamınde Casseres’sin de dediği gibi ‘Size gururla kütüphanesini gösteren bir kadına rastladınız mı?’ Ben ne yalan söyleyeyim henüz rastlayamadım.
Bu yazıyı yazdım çünkü hayatımda olan ya da olmayan tüm kadınlara söylemek istediğim çok fazla şey var.Sanırım artık bu blogum sayesin onlara bir adım daha yaklaştım.Bu kadınlara ve blogumdaki tüm kadınlara sevgilerimle…

17 Aralık 2009 Perşembe

Kitaplarım ve Kitaplar



Neredeyse Kendimi bildim bileli kitap okurum.Bu yönüm ile bir çok insana örnek olduğum gibi bir çok insandan da iyi yönde tepkiler alıyorum.Hemen hemen her konuda kitaba düşkünümdür; ama gün geçtikçe sadece kendi alanım ile ilgili kitapları okumaya ve satın almaya başladım.(Pazarlama, İşletme, İletişim, Reklam... vs) Sanırım Romanlardan ve Hikayelerden gittikçe uzaklaşıyorum.Geçenlerde şöyle bir D&R ve Dost Kitapevi Turuna çıkayım dedim ve ilgimi çeken hemen 3 kitabı satın aldım.Bu kitaplardan en çok ilgimi çekeni Aykut Oğut'un ' Evrenden Torpilim Var!' kitabı oldu aslında Kişisel gelişim kitaplarına karşı bir ön yargım ve antipatim vardır; fakat bu kitabı almamın sebebi hem Kitabın iç başlıkları hem de arka kapak yazısıydı.Çok güzel bir kaç cümle ile bu kitabı çok çekici hale getirmiş ve insanlara sattırmış, bu kitabı satın alan bir kaç arkadaşıma 'Neden bu kitabı aldınız? diye sorduğumda hepside benim düşündüğüm ve satın aldığım şekliyle cevap verdiler.Yani kitap ve yazarı kendini çok iyi pazarlamış.İşte Kişisel Gelişim Kitapları aynı şeyi anlatsa da en çok satılanları hep aynı şeyden ötürü yani başlıkları ve arka kapaklarındaki bir kaç vurucu cümleden dolayı sattırıyor.Tabi kitapların konuları ve içerikleri insanların tercihlerine de kalmış durumdadır.Her neyse size aldığım 3 kitabı ve kitaplığımda 2 den fazla kez okuduğum ve zevk aldığım bir kaç kitabımı paylaşmak istedim.




Aslında Kitaplar konusunda örnek aldığım ve özendiğim bir kişi var.Sergül Kato kendisi çok yakınımdır.Nam-ı diğer Serrose manevi ablam.Kendisi 3 yıldır Japonya'da yaşamakta ve Japonya'da olmasına karşın internetten halan kitap alışverişi yapmakta.Sanırım Kitaplığında 1500 den fazla kitap bulunuyor.Ne zaman Sergül ile bir araya gelsek konu hep kitaplara gelir ve onlarla biter bunu okudun mu, şunu kesin satın al, şu kitaptaki bu söz bu konu çok hoşuma gitti gibi.Hatta geçenlerde bana Son okuduğu bir kitabın resmini ve içinde ilgisini çeken 3 cümlenin fotoğrafını çekip mail attı.Kitabı bir arkadaşı çevirmiş kesinlikle oku mutlaka seversin dedi.Bende gidip satın aldım.Aldım da daha okumak nasip olmadı şu aralar bayaga yoğunum boş olduğum bir anda elime almayı düşünüyorum.




3. kez okumaya başladığım bir kitabı paylaşmak istiyorum sizinle.Matsushita Lİderliği ( John P. Kotter.)Bu kitap gerçekten de dünya da belkide gelmiş geçmiş en iyi lideri Panasonic ve Quasar'ın kurucusundan bahsediyor.Gerçektende örnek alınası bir lider Matsushita.Bu kitapta en çok iligimi çeken bölümü sizler ile paylaşmak istedim.




'Gençlik bir yaşam dönemi değil, bir zihin halidir; pambe yanaklar, kırmızı dudaklar ve esnek dizlerle ilgili değil, iradeyle, bir hayal gücünün kalitesiyle, duyguların gücüyle ilgilidir; yaşamın derin pınarlarının tazeliğidir.


Gençlik cesaretin çekingenliğe, serüven arzusunun dinginlik sevgisine karşı duygusal olarak baskın olmasıdır.Bu, çoğu kez, yirmilik bir delikanlıdan çok altmışlık bir adamda görüşülür. Kimsede sadece yaşadığı yılların sayısıyla yaşlanmaz. Biz iradelerimizi terk ederek ihtiyarlarız.'




Bu sözün ilgimi çekmesinin asıl sebebi şu gerçektende ne zaman irademi kaybetsem, yenik düşsem 'KEŞKE' diyorum.Bu bana gerçektende sıkıntı veriyor ve kimse erken yaşlanmak istemez; ama gerçek şu ki ne kadar çok keşke dersek o kadar çok şey kaçırmış oluyoruz. Sanırım bu da beynimizi yaşlandırıyor. O zamandan beri irademi kontrollü kullanmaya ve yapacak olduklarıma konsantre olmaya çalışıyorum.Bu beni mutlu ediyor. Mutlu olan kişiler geç yaşlanırmış...

Yeni bir Yaşayış biçimi ya da yeni bir Referans kaynağı Haline gelen BLOG ve BLOGCULAR

Şirket Blogları

Kısaca “İnternet Günlüğü” olarak tarif edilen ve çok çeşitli konuların ele alındığı bloglar, kısa zamanda internetin en popüler alanları arasında kendine yer buldu.

Yayınlanmakta olan 50 milyonun üzeinde blog olduğu düşünülürse, internet kullanıcılarının önemli bir kısmının en az bir konuda blogu bulunuyor diyebiliriz. Blog sahibi olmayanların ise müdavimi olduğu, içeriğine en azından yorumlarıyla katkıda bulunduğu bloglar var. İnternette gezinirken kişiler dışında okulların, köylerin, mahallelerin, siyasi grupların, çevrecilerin akla gelecek herkesin bloguna rastlamak mümkün.

Blog konusunu fazla uzatmadan, nispeten daha yeni kavramlar olarak karşımıza çıkan pazarlama ve şirket blogları konusuna geçmek istiyorum. Günümüzde bloglar paylaşım ortamları olarak, iletişim ve etkileşim tercihlerinde yükselişini sürdürüyor. Özellikle blog okuyan ve yazan kitleyi “hedef kitle” olarak kabul eden teknoloji şirketleri blogger kitlesine ulaşmaya çalışıyor. Bu çaba artan blog ve blogger rakamlarına bakılırsa daha anlaşılır hale geliyor. Birçok şirket, çalışanları ve iş ortaklarının kullanımı için ve tabiki müşterileri için bloglar oluşturuyor. Bazı teknoloji şirketleri ise ürünlerini hakkını vererek kullanan ve tanıtan bloglara sponsor oluyor. Bunlar bilişim sektörü açısından olduğu kadar, pazarlama sektörü açısından da önemli ve çok yeni gelişmelerdir.

Corporate Blogs olarak bilinen şirket blogları çalışanlar ve iş ortaklarının iletişimini sağlamasının yanı sıra son kullanıcıların-tüketicilerin tecrübelerini paylaştığı, şirketten isteklerini sıraladığı alanlar olarak da öne çıkıyor. Tecrübe paylaşımlarının yapıldığı bloglara örnek olarak, THY’nin yeni kullanıma açtığı, Yolcunun Seyir Defteri’ni verebiliriz. http://www.thy.com/tr-TR/corporate/blog/index.aspx adresinde yayınlanan blogda şu an yolcuların uçuş tecrübeleri aktarılıyor.

Son dönemde şirketler tanıtıcı veya kendini anlatan blogların yanı sıra blog marketing’i müşteri dinleme aracı ya da bir pazarlama yaklaşımı olarak kullanıyorlar. Yani deyim yerindeyse blogların gücünden faydalanma yoluna gidiyolar.

Corporate Bloglar, özellikle arama motorlarında işletme ve ürünün görünürlüğünü artırırıken, müşterinin anlık geri dönüşüne imkan tanıyor. Marka yaratmada pozitif etkisi oluyor ve tanıtım maliyetlerini de azaltıyor.

Kişisel blogların aksine şirket bloglarını sıkı bir şekilde takip etmek gerekiyor. Blogları iyi düşünerek, planlayarak oluşturmanın yanı sıra etkin bir şekilde kullanmak da çok önemli.

Örneklere baktığımızda bazı şirketlerin bloglarının satışları artırmak amacıyla oluşturulduğunu gözlemliyoruz. Yurt dışında örnekleri görülen bu tür pazarlama blogları Türkiye için yabancı sayılır. Türkiye’de nispeten daha yaygın olan işletme blogları, müşteriyi ve ihtiyaçlarını anlamaya yöneliktir.

Konu, kapsam ve amaçlanan ne olursa olsun, blogun profesyonel bakış açısıyla ve blogger’ların isteklerinin farkında olarak tasarlanması çok önemlidir.
var addthis_pub="cengizh";
http://www.workcube.com

Stratejide Sezgilere Yer Var mı?

http://www.temelaksoy.com/

Yazılarını çok yakından takip ettiğim ve gerçekten de benim blogumun gelişimi için bana çok yardımı dokunan Sayın Temel Aksoy'un blogundan çok hoşuma giden bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.Umarım bana verdiği etkiyi sizin içinde vermiş olur.Kendisine tekrar teşekkür ediyorum bu güzel yazıları için.

İş dünyasında, çok yakın zamana kadar “strateji” anlayışı, geleceğin rasyonel ve analitik düşünceyle şekillendirilmesi işiydi. Strateji mantıksal bir süreçti ve kimse strateji kavramıyla duygularımızı ve sezgilerimizi yan yana koymuyordu. Bugün hala, strateji kavramı çoğumuz için beynimizin sol tarafıyla yani mantığımızla başarabileceğimiz bir uğraştır.
Peki sizce sezgilerimizle strateji kurgulamamız mümkün mü?
Stratejiyle ilgili düşüncelerin kökeni, Milat’tan önce 6000 yıllarında yaşamış, Çinli filozof Sun Tzu’ya dayanır. “Uzun bir savaştan kimsenin karlı çıkmayacağını, saldırının düşmanın zayıf karnına yapılması gerektiğini, hızlı hareketin önemini ve insiyatif kullanmanın (hamle yapmanın) savaşın kaderini belirleyen en önemli özellik olduğunu” ilk önce Sun-Tzu söylemiş.Sun-Tzu’nun düşünceleri ve özellikle savaş sanatı öğretisi, bugün hala şirket stratejilerini oluşturmak için liderlere ilham veriyor. Örneğin “hiç savaşmadan düşmanı yenmek” Sun Tzu’nun önemli öğretilerinden birisiydi. Sun-Tzu’nun bu öğretisi, günümüze kadar birçok strateji uzmanına ilham verecek, yol gösterecekti.

Bizim bugün anladığımız şekliyle strateji kavramını en sistemli şekilde inceleyen, hem şirketler hem ülkeler için strateji geliştirmenin ilkelerini geliştiren yazar Michael Porter’dır. Porter, şirketlerin rekabet üstünlüklerinin nasıl analiz edileceğini (rekabetin beş kuvveti- five forces of competition) saptayan ve kendi yaklaşımını bütün dünyaya kabul ettirmiş olan bir yazardır. Porter’a göre rekabet avantajının iki yolu vardır: Ya maliyetleri en düşük şirket olmak ya da farklılaşmak.

Porter’ın somut, pratik, kolay anlaşılır bu yaklaşımı bugüne kadar hepimize yol gösterdi. Porter’ı okurken “nereye gitmekte olduğumuz” ve “oraya nasıl varacağımız” konusunda genel bir emniyet ve “öngörülebilirlik” hissi hakim oluyordu. Sanki içinde bulunduğumuz ortamı iyi analiz edersek belirsizlik üzerinde egemenlik kuracakmışız hissine kapılıyorduk. Portar yöntemini kullanırken değişkenleri tarif ettiğimizde, bu değişkenler sanki bizim tarif ettiğimiz gibi davranacak ve bu şekilde gelecek “tahmin edilebilir” olacakmış hissine kapılıyorduk. Sanki gelecekle ilgili belirsizlik azalıyor gibi geliyordu bize.

1990’lı yılların başında Porter’ın çevre analizine, Gary Hamel ve C. K. Prahalad gibi şirketin temel yetkinliklerini (core competencies) anlamanın da çok önemli olduğunu vurgulayan düşünürler katıldı.Neredeyse her değişkenin öngörülebilir olduğunu varsayan iş dünyası için, çevresel faktörleri iyi analiz ederek şirketin temel yetkinliklerini iyi tarif etmek, başarıya ulaşmak için garantili bir yol gibiydi. Strateji “sol beyin odaklı” bir iş olarak algılanıyordu ve bu işi hakkıyla yapanlar için başarı “otomatiğe bağlamış” gibiydi. Aslında stratejiyi bu şekilde tarif etmek, insanın hem doğaya hem de belirsiz olan her şeye karşı kendi üstünlüğünü ilan etmesi anlamına da geliyordu. Bu yaklaşım sanayi toplumunun yücelttiği felsefeye de fevkalade uygun düşüyordu. İnsan aklının üstünlüğünü vurgulayan bir yaklaşımdı.
Oysa hepimiz çok iyi biliyor ve anlıyoruz ki gelecek hiç de öngörülebilir değil. Hiçbir zaman da öngörülebilir değildi. Sadece o dönemler, biz kendi gücümüzü abartıyorduk.

Bugün artık, iş dünyasında hepimiz çok iyi biliyoruz ki, “belirli” olduğunu varsaydığımız bir geleceğe yolculuk yapmıyoruz. Yıkılmaz görünen şirketlerin kumdan kaleler gibi çöktüğü, dünyanın en büyük bankalarının ve sigorta şirketlerinin iflas edip devletleştirildiği bir dönemde, gelecek hakkında hiçbir şey bilmediğimizden kesinlikle eminiz.
Ünlü general Carl von Clausewitz, Napolyon Bonapart’ı çok yakından tanıma imkanı bulmuştu. Onun strateji görüşü Sun-Tzu’nunkinden oldukça farklıydı. Sun-Tzu bir dizi veriden hareketle strateji geliştirilebileceğini düşünürken, Clausewitz, “savaş üzerine geliştirilebilecek teknik ya da -matematik teorilerinin yetersiz kalacağını, çünkü savaşın kendi kuralları ve yasaları olmasına rağmen savaşın esasen bir belirsizlik ortamı olduğunu” iddia ediyordu.
Ben Clausewitz adını Al Ries ve Jack Trout’un kitaplarından öğrendim. Onlar bizlere “savaş meydanı ve muhabere” mantığıyla konumlandırmayı anlattılar; öğrettiler.
Ölümünden sonra, karısının yayınladığı Clausewitz’in Savaş Üzerine isimli kitabı müthiş bir etki yarattı. Herhalde Clausewitz’in teorilerinden yararlanmamış general, devlet adamı, siyasetçi yoktur.

Clausewitz’in görüşleri aslında Napoleon Bonaparte’ı gözlemleyerek oluşturduğu görüşlerdi. Clausewitz, Napolyon’un askeri dehasının tek bir yetenekten ibaret olmadığını; aklın ve duyguların -bazen birinin diğerine ağır bastığı- ahenkli bileşiminden kaynaklandığını vurguluyordu.
Belirsizlik ortamında nasıl davranmamız gerektiği konusu, strateji ile ilgilenen bütün yazarların ilgisini çekmiş bir konudur. Henry Mintzberg, “Uzun vadeli stratejinin ayakta kalamayacağını” ifade ederken stratejinin,”bir hedef belirleyerek o hedefe doğru gitmekten çok, gelişen olayları izleyerek bunara göre hareket etmek” olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Napoleon Bonaparte’ın savaş dehası (stratejik yaklaşımı) işte tam bu noktada, bugünün şartlarında rekabet eden yöneticiler için ilham kaynağı oluyor.Clausewitz’e göre, “ Savaş hiç bir istihbarata yüzde yüz güvenemediğimiz, hiç bir zaman sağlam bir zemine basamadığımız, sürekli olarak tesadüflerin ve şansın belirsizliği artırıcı etkisinde olduğumuz kaygan bir zemindir. Bir savaşta strateji belirlemesi gereken komutan, kendisini durmadan umduğundan farklı gerçeklerin karşısında bulur. İster istemiz planları altüst olur, kararları çok sık kullanılamaz hale gelir. Yeni bir karar almak için ise o anda gerekli veri ve bilgiler elinin altında değildir. Genellikle harekât sırasında ani kararlar almak zorunluluğu vardır. Ne yeni bir durum değerlendirmesine ne de uzun boylu düşünmeye vakit vardır. Cephede oluşan gerçekleranladıkça, kararsızlık azalacağı yerde artar.”

Clausewitz’in söylediği bu sözleri ben söylemiş olmak isterdim! Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, bir konuyu çok bilmek, çok iyi hazırlanmış olmak, çok deneyimli olmak bile bir şirketin karşı karşıya kaldığı bir soruna en doğru cevabı bulmaya yetmeyebiliyor.

Clausewitz, Napoleon’un kazandığı hiç bir savaşta önceden strateji belirlemediğini söyleyerek Napoleon’un savaş dehasını “zamanı, mekanı, olayları çok hızlı kavrayarak belirsizlikleri bir bakışla, ustaca yönetmesine” bağlar. Napoleon zihnini sürekli olarak “şimdiki zamana odaklı” bir şekilde tutar. Savaş alanına hızlıca bakar ve askerlerine ne yapacaklarını emrederdi.Napolyon’un bir bakışta kavrayan “gözünün” (coup d’oeil) sadece duyu organı gözü değil aynı zamanda akıl gözü olduğuna şüphe yok. Clausewitz’in stratejik savaş dehası dediği bu özellikler aslında, hiçbir donanım ya da birikim olmadan, öylesine gaipten gelerek bir anda ortaya çıkan özellikler değildir. Napoleon ile ilgili yapılan biyografik çalışmalara (ve kendi yazdığı savaş üzerine düşünceler kitabına) baktığımızda Napoleon’un bu kadar hızlıca “görmesinin ve karar almasının” arkasında yatan dört temel özellik dikkat çeker.

1. Napoleon bir savaş sanatı ustasıdır. “Kitaba inanır.” Kendisinden önce başarılı olmuş komutanların nasıl savaştıklarını, güçlerini ve zaaflarını çok iyi bilir.
2. Napoleon, tahmin edilemeyecek çıkışlar yapmayı çok iyi becerirdi. Kendisinden önceki öğretileri, bir bilgelik ve yaratıcılıkla yoğurarak, yeniden birleştirmede, kimsenin tahmin edemeyeceği yeni hamlelere çevirmede üstüne yoktu.
3. Aynı zen ustaları gibi, hep “şimdiki zamana (an’a) odaklı” bir düşünce yapısına sahipti. İçinde yaşadığı zamanı, mekânı ve durumu görür, inanılmaz bir hızla tarihin akışını değiştirecek kararlar alırdı.
4. Müthiş bir manevi güce sahipti. Büyük sorumlulukları üstlenme kararlılığına ve cesaretine sahipti. Hassas ve kritik durumlarda mantığından çok duyguları ile hareket ederdi.

Jurassic Park filminin kitabını yazan Michael Crichton “Gerçek hayat bir kolyede dizili taneler gibi birbirini takip eden, birbirine bağlı olaylar dizisi değildir. Hayat hiç öngörülemeyen hatta çoğu zaman yıkıcı bir şekilde bir olayın diğerini değiştidiği tesadüfler dizisidir.” der. Bugün içinde yaşadığımız dünya böyel değil mi?
Bugün başarılı olmak için “belirsizliği kucaklayan” bir düşünce yapısına sahip olmalıyız. Geleceği öngöremeyeceğimiz kesin, değişim bazen çok sert olabilir ve hesaba katmamız gereken o kadar fazla sayıda değişken var ki sadece mantığımızla bu işin üstesinden gelmemiz mümkün görünmüyor.
Ben sezgilerimizi dinleme cesaretini göstererek akıl gözümüzden yararlanabileceğimize ve bunu elbette bilgi ve deneyimlerimizle birleştirerek daha hızlı, esnek ve yaratıcı olabileceğimize inanıyorum. Strateji oluşturuken sezgilerimizden de yararlanmamız gerektiğine inanıyorum.Diyor Sayın Temel Aksoy.